Pazartesi, Haziran 30, 2008

H O Ş Ç A K A L I N














Çok uzun zamandır gidemediğim bu güzel yerleri,
yerinde duruyorlarmı? diye kontrol edip dönücem.






Pazar, Haziran 29, 2008

GÖKKUŞAĞIMIZ

Gökkuşağımızın iki ihtişamlı rengi

RENKLER

Renklerin de dili vardır, herkeze ve her göze ayrı hitap eder. Bakmakla görmek arasındaki fark gibidir renkleri tanımlamak.
Biz, siyah ve beyaz olarak bir yolun başındaydık. Önümüzde uzanan ve sonu görünmeyen bir yoldu bu. Bir korku sarmıştı yüreğimizi, hiç bilmediğimiz bir yolda yüreyecektik. Tanısak da birbirimizi iki yabancıydık aslında.

Sorduk, bu yoldan yürüyüp giden dostlara. "Nasıldır bu yol? nasıl gidilir? nelerle karşılaşırız?" Hep aynı cevapları aldık."Herkez aynı yoldan gider ama aynı yol değildir gidilen. Değişiktir tüm gidenlerin gördükleri. Sizde yürüyün, yürüdükce göreceksiniz nelerle karşılaşacağınızı, bu yolun size sunacaklarını."

Biz siyah beyazdık ve önümüzde sonunu görmediğimiz bir yol vardı.

Yürüyorduk elele, boştu yol. Gerçeği görme umuduyla hayallere dalmış giderken!

Yağmur yağdı bir ara, aynı anda güneş bulutların arasından kendini gösterdi. Gün ışığı yağmur damlasının içinden geçmiş, ışığı kırmıştı. Karşımızda gökkuşağı yükselmeye başladı. Çok güzeldi o an!
Bir rengimiz olmuştu. Gökkuşağının ilk rengi olan kırmızı. Yolumuza renk düşmüştü. İlk rengimizdi o " Su damlası " dedik adına.

Yol çok güzeldi artık, renk gelmişti hayatımıza.

Bulutlar karartmaya çalışsada, gökkuşağının ikinci rengi Turuncu da fazla beklememişti yolumuza girmek için. Turuncuların en güzeliydi. Hakim olmuştu sanki gökyüzüne, "gökyüzü" dedik adına.
Ufak tefek çalılar, dikenler yıldırmadı bizi. Yolumuzda en güzel renklere sahipdik. Yolumuza çıkan tüm engelleri renkli çiçeklerimizle aşmıştık. Renklerimiz, yolumuzun her bir dönemecinde bize ne kadar parlak olduklarını gösteriyorlardı.

Herşeyimiz olan bu iki güzel renk, gökkuşağının devamını hatırladı, yolumuza sarı ve yeşil renklerini kattı. Yol şimdi çok değişmiş ufak tefek ara yollara açılmıştı.

Yeni renklerimizde çok güzeldi ve yolumuza heyecan katmışlardı. Sevgileri, saygılarının içinde saklı iki güzel renk.

Sonra!
Gökkuşağı yolumuzun herbir yanını sararcasına bir parladı bir parladı ki!
Mavinin iki güzel tonu gökyüzünde tüm ihtişamınla yükseldi.(Birine pambe diyelim)

Hayatımız da yolumuz da tüm bu renklerdi artık. Bu yola çıktığımıza sevinmiş, renklerimizle yol yorgunluğunu unutmuştuk.
Yol uzun, sonuda görünmüyor.
Ama!

Gökkuşağımız çoğalıyor. Bir rengimiz daha olacak.
Yakında CAN'ımıza kavuşuyoruz.
Rengarenk yolumuzdan, gökkuşağımızdan çok mutluyuz biz.

Pazar, Haziran 15, 2008

B A B A M

Babamdın benim!
Her çocuğun bir babası olduğu gibi, sende benim babamdın. Çocuk için anne, annedir; baba da baba. Ne bilir çocuk! anne olmadan anneliği, baba olmadan babalığı. Olduğu gibidir annesi, babası, tanımaya çalışmaz. Varlıkları yeterdir onlar için. Onları başka bir insan olarak görmek, dışarıdan bakmak bir çocuk için çok anlamsızdır.

Ben seni ilk tanıdığımda bir vagondaydık; Giderken ne kadar mutluydum, sevinçle yerimde duramadığım, ababeyimin elini bir tutup bir bıraktığım ve yüzündeki o mahsun halini anlamadığım o gün! Bir köşke götürmüştün bizi, köşkün salonunda bir adamla konuşuyordun. Sonra sesleriniz yükselmeye başladı, bağırıyordun. "Hakkımı istiyorum sadaka değil" iki kardeş sessizce oturuyorduk bir köşede. " Şu gördüğün çocuklarımın ekmeği" diyordun. Anlamamıştım ama hakkımızı savunuyordun. Bir görevli bizi bahçeye çıkardı. Belki de daha fazla tartışmanın içinde olmamızı istememişlerdi. Sen aylarca alamadığın ücretinin peşine giderken götürmüştün bizi.
Geri dönüşümüzde, giderken ki sevincim yoktu artık. Ne olduğunu anlamamış, ağabeyimin elini bu defa sıkı sıkı tutmuş karşımda seni izliyordum. Çeketinin önünü sıkı sıkı kapıyor, gömleğine bulaşan kanın görünmemesi için ellerini önünde bağlı tutuyordu. İşte seni, aileni koruma gücünü tanıdığım gündü o gün. Hakkımız için, bizim için mücadeleni görmüştüm. Hakkımızı vermeyen o adamın karşısında jiletle göğsünü kestiğini sonradan öğrendiğimde, çocuk gözümde içim yansada kahraman babamdın benim. Nasıl dayanmıştın o acıya, eczaneye gitmeden çarşı gezmiş, alış veriş yapmış, okul çantalarımızı bile almıştın babam.

İlk genç kızlığa geçişimdi "ölüyorum çok hastayım" diye bağırarak ağlayışım, annemin hasta yatağından kalkıp gelişi ve anlam veremediğim bir tokatla şaşırdığımda sevgini, şevkatini tanıdım babam. Saçlarımı okşaman, böyle bir hastalıktan kimsenin ölmediğini hatta bunun bir hastalık olmadığını, annemin tokadının gelenek olduğunu nasıl yumuşacık bir dille anlatmıştın.

Mutluluğunu, yaşamın boyunca bir daha yaşayamadığın sevincini tanıdım o gün. Annem sabah çok erken kalkmış, kahvaltı hazırlamış ve seni uyandırmak için yanına yatmıştı. Kalktığımızda senin gözlerinin içi parlıyor, konuşurken sesin şakıyordu. "Anneniz iyileşti çok şükür, hastalığı atlattı, aramızda artık" demiştin. Sen hiç görmediğim kadar mutluydun babam.

Ne oldu sonra! annem gitti. Rüzgarlara kapılmış kuru yapraklardık herbirimiz, yavaş esen rüzgarlar bile savuruyordu bizi. Annem gitmişti sende gitmiştin, yoktun yanımızda. Sen gecelerini, annemin mezarının başında geçirirken ben o küçücük odamın camındaydım. Seni bekliyordum. "Annem bir daha gelmeyecek ama sen gel babam" diye yolunu bekliyordum. Çok çaresizdin, yaşama olan inancın bitmiş, ileriye bakmadan geride kalmayı seçmiştin.
Çaresizliğini tanıdım babam.

Günler sonra mezardan geldiğin o gün evden bir battaniye ile dükkanına gittiğinde geride kalanları hiç düşünmemiştin. Bana güvenmiştin, bir yük vermiştin sırtıma. Rüzgarları keserek, kuru yaprakları savrulmasına engel olurum sanmıştın, ben ise çok küçüktüm babam, rüzgarları göğüsleyecek gücüm yoktu.
Haftalarca yolunu bekledim, dönmeni, çaresizliği yenmeni bekledim babam. Döndüğünde, sen çaresizliği yenmiş, bense güçlü olmayı öğrenmiştim.
Bir yaşam kayığına binmiştik senle. Denizlere açılmış var gücümüzle var olmaya çalışıyorduk. Dalgalara birlikte göğüs geriyor, fırtınalarda birbirimize tutunuyorduk. Bakmakla yükümlü olduklarımızdan sorumluyduk birlikte, ve ben arkadaşlığını tanıdım babam.

O gün sokakta, şimdiki hayat arkadaşımla birlikte beni ilk gördüğünde, başını çevirmiş görmemezliktan gelmiştin. Çok sonraları sorduğumda " ben kızımı orduya bırakır, arkama bakmadan çıkarım" demiştin. Bana güvenin her zaman sonsuzdu.
Olgunluğunu tanıdım babam.

Kendi yaşamımı kurmaya çalışıyordum. Sizleri bırakmayacaktım ama yine de gidiyordum işte. Gelinliğimi giymiş, duvağımı kapamamıştım daha. Yaklaştın, alnımdan öptün. "Karım öldü bir yandım, kızım gidiyor bu ikinci yanışım" demiştin. Oysa sizi bırakmamıştım, iş dönüşü her akşam yanınızdaydım. Baba evinde.

"Evlen baba" demiştim sana. Hatta görmeye bile gitmiştim anne adaylarını. Sen hiç razı olmadın, hiç istemedin babam. "Annenin yanına temiz gitmeliyim, ona ihanet edemem" diyordun.
Sadakatini tanıdım.

Sen babamdın benim. BABAM!
Gerektiğinde çocuklarıma bakan, ben yatmadan yatmayan, üzüntülerimi gözlerimden okuyan, daima sessizliğini koruyan, kolay olmayan yaşamını sürdürmeye çalışan babam.

Affet babam! Son nefesinde yanında olamadığım için affet.
İlk yarı yıl karnesini almıştı küçük kızım. "Dedeme göstereceğim" demişti. İlk karnesiydi, dedesine gösterecekti . Sana gelecektik, onbeş gün birlikte olacaktık. Hazırlıklarımızı yapmıştık o gün. Akşamın geç bir vakti ateş aldı herbir yanımı. Senin kan basıncının beyin damarlarında patlaması anında sarmıştı içimi o ateş. İçimdeki ateş geçmemişti taki gece yarısı çalan telefona kadar. Hastalanmıştın, haberin geldi ben gelemedim babam. Sıkıyönetim elimi ayağımı bağlamıştı. Çıkamıyordum dışarı. "Babam hasta" yakarışlarını dinlemedi askerler. "İzin kağıdı" diye tutturdular.
Sabahı zor ettim ama yetişemedim babam. Belki de beni bekledin o hastane odasında, gelmemi bekledin. Ama işte yetişemedim. Son nefesinde yanında yoktum.
Sıcacıktın babam geldiğimde, seslendim, sen beni duymadın babam. Artık çok geçti.
Çocuktum annem gitmişti ve şimdi sende gitmiştin. Çok gençtim ve sana daha ihtiyacım vardı, ama sen gittin.
Bu gün hala yanındayım ve hala yanımdasın. Seni çok özledim, çok özlüyorum babam.
Babalar günün kutlu olsun...

Çarşamba, Haziran 11, 2008

İLK VE SON HAYAL

Elindeki gazeteyi dizlerine bıraktı biran, başını yukarı kaldırarak FISILTI diye düşündü. Sonra yavaş bir sesle "FISILTI" diye tekrar etti. Kulağa güzel geliyordu. Tekrar gazeteyi eline alarak incelemeye başladı onu bu kadar heyecanlandıran ilanı.
Yatağında bağdaş kurmuş, sabah tam okuyamadığı gazeteyi inceliyordu sayfa sayfa. Ama İlana takılmıştı işte!
Şimdi, gazete sanki bu ilan, bu ilan sanki gazeteydi. Yerinden kalktı yavaşca, bir kalem ve bir makas aramaya başladı. Aynı odayı paylaştığı kardeşini uyandırmamak için, başucundaki ışığın uzanamadığı yerlere elyordamıyla gidiyor, heyecandan sabahı bile bekliyemiyeceğini hissediyordu.
Makası ve kalemi bularak tekrar yatağına döndü, gazetedeki ilanı kesmeye çalışırken, çıkan seslerden kardeşi uyanmıştı.
"Yeter abla yat artık" demesi üzerine makasını kalemini ve gazeteyi alarak mutfağa yöneldi. Mutfağın tepeden ışığı onu daha rahatlatmıştı ama heyecanını geçirmemişti. Gazeteyi masaya yaydı, ilanı kesti. Şimdi sıra doldurmaya gelmişti.
" Yeni bir gazete çıkıyor ve ismini sizden almak istiyor. İsim sahibi olmak istiyorsanız ilgili formu doldurup postalamanız yeterli olacaktır.
İsim sahibi okurumuza .......tl.isim hakkı ve bir yıllık abone bedeli hediye edilecektir. v.b. "
İsmi bulmuştu "FISILTI"

Onu bu kadar heyecanlandıran para ödülü değildi, para da önemli bir ödüldü ama isim sahibi olmak daha çok heyecan vermişti ona.
Önünde bir ay vardı, bir ay sonra gazete çıkacak ve ismi ona ait olacaktı.
O kadar güveniyordu ki bulduğu isime, içinden gelmişti muhakkak kazanacaktı.
O bir ay zor geçti, hayaller hayalleri kovaladı. Yere göğe koyamadı bulduğu ismi. Kendinin bulduğu bir isimle gazete çıkacak, gazetede ismi çıkacak, belki gazetede bir köşesi bile olacaktı.
Hayaldi işte! Kimse hayalleri için onu kısıtlamıyordu.
Bir ay hayallerle uçtu genç kız.
O gün geldi, ayakları yere basmıyordu, uçar adımlarla FISILTI gazetesi almaya gitti.
Yeni bir gazete çıkmıştı GÜNAYDIN

* * *
Çok yıllar sonra yeni bir gazete çıktı. Adı FISILTI'ydı. Gazeteyi ilk gördüğü zaman gerilerde kalmış bir kaç kare canlandı gözünde, hafifçe gülümseyerek hayallerinin çalındığını düşündü.

Gün geldi bu genç kız evlendi, çocukları oldu, torunları oldu. Yaşamı dolu dolu hızla geçti. Zaman zaman yarışmalara katıldı, zaman zaman talih oyunları oynadı ama asla hayallerle oynamadı, hayal kurmadı. Tek bir gün ona hayal kurulmayacağını öğretmişti. Hep gerçeklerle yaşadı, yere sağlam basmaya çalıştı.
Hayal kurmak uçmaktı, gerçek yere basmaktı.

Pazar, Haziran 08, 2008

SON BASAMAKLAR

Fotoğraf : Özlem Özel Gürbüz
Öykü atölyesi : Fotoğrafın dili

Başımdaki her gümüş tel
Karanlık günlerimin gecelerinden sonra güneşle doğan taçlarımdır
Yüzümdeki her bir çizgi
Çetelesini tuttuğum yıllarımın yadigarıdır
İki büklüm olmuş şu bedenim
Yükte ağırlığı olmayan taşıdığım ıstıraplardandır
Bakmayın derbeder, dağınık halime
Yıllarca toplu yaşamamın belki de bir isyanıdır
Bir zamanlar koşa koşa çıktığım bu merdivenler
Şimdi yoruldukça dinlendiğim tahtımdır
Son üç basamaktayım artık
Dokunmayın keyfime
Bilinmez bu son nefesim
Belki de son sigaramdır

Pazar, Haziran 01, 2008

ÇOK GEÇ OLMADAN

"Geri gelmeyecek hiç bir günü kaybetmeme dileğiyle"

Bir elindeki gazete ilanına, bir yatağının başucundaki komedinin üzerindeki gazete küpüründen kasilmiş ve özenle çerçeveye yerleştirilimiş fotoğrafa bakıyordu. Yaşlı yorgun gözleri iyi seçemiyormuydu acaba?
Gözlüklerini çıkarıp sildi, sildi ve tekrar gözlerine takarak incelemeye koyuldu gazete ilanındaki fotoğrafı. Yanılmasına imkanı yoktu, aynıydı.
Nasıl olabilirdi bu? bunca yıldan sonra, imkan varmıydı. Niye o değil de bir başkası? acaba?
İstemdışı yerinden kıpırdadı, sanki o güne dönmek istercesine. Başını yukarıya kaldırıp, uzayan sakallarını sıvazladı ovalar gibi. Gözlerini yarı aralık kapadı, oradaydı işte!
Bir adamlar gelmişti fotoğraf çekmeye, yoksulluğun fotoğrafını yada kaybolmuş hayatları. Oyunları yarım kalmıştı buyüzden. "Kızgınlıktan nasılda duvarın dibine gidip somurtmuştu" diye düşündü, hafifçe gülümseyerek. Sonra birgün babası getirmişti o gazete küpüründeki fotoğraflarını. Çok sevinmişlerdi ikiside. İlk fotoğraflarıydı onların, çünkü başka hiç fotoğrafları yoktu ki!
Tekrar gözleri gazetedeki ilana çevrildi.
" Bu fotoğrafın bir eşi kimin elindeyse irtibat kurmak istiyorum.
Tel.............."
Tekrar tekrar okudu, içine yerleştirmek istercesine, ilanın sol köşesinde bir not görünümündeki "annemin vasiyetidir" yazısı yüreğine ateş sarsada.
Deliçesine esen rüzgarlar o cılız ağaçları yerinden oynatamazken, hangi rüzgar onları savurmuştu biryerlere. Hangi değerlerin peşine düşmüşlerdi de asıl değerleri kaybetmişlerdi.
Birden başını kaldırdı elindeki gazeteden, iki büklüm olan bedeni dikleşti ve tekerlekli sandalyesini kavradı elleri sahip olurcasına.
Biraz sonra " idari amiri" yazan kapının önünde buldu kendisini. Kapıyı vurdu ve beklemeden içeri girdi.
"Telefon etmek istiyorum" dedi çoşkulu bir sesle. İdari amir başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bakarak, şaşkın bir ifadeyle "kime" diye sordu.
"Yeğenime" dedi.
İdari amir daha da şaşırdı. "dokuz yıldır buradasın amca ve dokuz yıldır hiç kimsem yok, hiç kimsem yok diye hayatına kahreden sen değilmisin?"
Başını öne eğerek mahsunlaştı biran "yoktu" dedi ve sonra tekrar başını gururla kaldırarak gür bir sesle "yoktu ama artık bir ailem olacak" dedi.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...